Pastoral Memleket
Şuralara hafif tepecikler yapalım, üzerlerine de ayçiçeği tarlaları konduralım, ortasından da bir yol geçirelim, şöyle uzaklara da karlı dağlar…
Pastoral renkteki bu manzarayı Ressam Bob herhalde bu şekilde tarif ederek çizerdi. Sağlı sollu ayçiçek tarlaları güzelliklerini sergilemede oldukça cömert. Aştığımız her tepenin ardında farklı tondaki bu şirin tarlalar bize eşlik ediyor. Sûde’ye ayçiçeklerinin yönünü güneşe çevirdiğini söylüyorum. Neden “sunflower”ın türkçeye ayçiçeği olarak çevrildiğini soruyor. Cevap veremiyorum.
Adana’nın Kozan ilçesinden Toros Dağları’na doğru gidiyoruz. Çukurovanın bunaltıcı sıcağında onlarca kilometre öteden görünen karlı dağların peşindeyiz.
Yol kenarına parketmiş bir traktör ve üzerine yüklenen çuvallar. Dikkatli bakınca salatalık tarlası olduğunu anlıyoruz. İnip soruyorum, sahibi tarlada diyor traktörün şöförü. Tarla sâhibi teklif ettiğim paraya dâhi bakmıyor, poşet var mı bakayım, istediğin kadar topla diyor. Poşete gerek olmadığını, 5–6 tane toplamamın yeterli olduğunu söylüyorum ve salatalıklarla arabaya dönüyorum.
Bir ara aklımızda bagajdaki fındıklar geliyor. Aylardır bizimle birlikte seyahat eden bir poşet fındık. Kime verelim dedikse nasip olmayan, sürekli unuttuğumuz, bayram ziyaretlerinde de vermeyi unutunca arabada taşımaya devam ettiğimiz fındık. Eşim, acaba bu dağlarda kime nasip olacak diyor.
Yolumuz uzun ve toroslarda çadır kuracağımız yeri belirlemek için acele etmemiz gerekiyor.
Toros eteklerinde yaylalara çıkan toprak yollara sapıyoruz. Şırıl şırıl akan kar sularından müteşekkil dereler…Hava kararmaya başlamasına rağmen uygun bir yer bulamıyoruz. Bir müddet sonra ormanın içinde, tamamen ahşaptan yapılmış ıssız bir bağ evi gözümüze çarpıyor. Yerden yüksekte, bir oda ve önünde ahşaptan büyükçe bir teras, Adanalı tâbiriyle çardak. Tahtaların bazıları kırılmış veya delinmiş. Bağ evinin pek uğrak bir yer olmadığı kanaati oluşuyor bizde. Odanın kapısının üzerinde kömürle yazılmış olan “lütfen temiz bırakalım” şeklindeki ibâreyi farkediyoruz. Belliki buraya gelen başkaları da oluyor. Çadırları bu çardağa kuruyoruz.
Yıldızlar, elinizi atsanız yakalayacak kadar yakında. Takım yıldızları arz-ı endâm ediyor.
Uyumaya geçiyoruz.
Gün aydınlanmış. Belli belirsiz bir ses. Yakınlaşıyor. Tahta merdivenden birisinin çıktığını farkederek irkiliyorum. Ayak sesleri yaklaşıyor ve çadırın önünde kesiliyor.
Çadırın fermuarını açtığımda karşımda şalvarıyla birisi duruyor. Yaşar Kemal’in anadoluyu betimleyen romanlarından bir kesit gibi. Beyim rahatsız olmayın, siz uyuyun, ben odadan bir malzeme almaya geldim, bahçede birkaç işim var diyor. Ben mahcup bir şekilde durumu anlatmaya çalışıyorum. Âdem pek oralı değil, nasıl rahat uyudunuz mu, buranın havası çok güzeldir, birkaç gün daha kalın diyor.
Âdem.
Yaşı kırkın üzerinde, bekâr, kalb-i selim, tertemiz bir anadolu evladı. Köyden pek dışarı çıkmamış, konuşmaları oturaklı, torosların pek el değmemiş bu yaylalarında hayatını çiftçilikle idâme ettiren, sözleriyle bizi etkileyen birisi.
Torosların eteklerindeki yaylalardan içi geçerek bahsediyor, oraları görmen, suyundan içmen lazım diyor. Alamadığıma değil göremediğime yanarım derler ya, o hesap, hele bir gidip görseniz, buraları beğenmezsiniz diyor.
Çadırları topluyoruz.
Eşim fındıkları hatırlatıyor. Sahibini bekleyen, aylardır arabamızda bizimle gezen fındıklar.
Âdem teşekkür ediyor, zahmet etmeyin diyor. Biz de fındıkların hikâyesini anlatıyoruz.
Nasip.
En az 1000 km yol yapmış olan fındıklar Âdem’in nasibi.
Hakkını helal et diyoruz. Ne demek siz helâl edin, gelin tekrar buralara, bahçeye biber, domates, fasulye ektim, gelin toplayın diyor. Anadoluda feri azalsa da halen yanmaya devam eden bir meşâle bu kültür. Gönlü bol, paylaşmayı seven, berekete inanan güzide insanlar.
Son sözü ise bizi derinden etkiliyor.
İnsan diyor, konuşmasa, sadece yan yana dursa bile hak geçermiş, hakkınız helal edin.
Bu söz gün boyu zihnimizde. Şehirdeki davranışlarımızı, tahammülsüzlüklerimizi, bencilliklerimizi düşündürtüyor bize.